31 Ocak 2016 Pazar

BOT TUTKUSU



Ayakkabı, çizme ve botlarda, gitti gidiyor, bitti bitiyor. Son artık aldın aldın, sezon kapanıyor. Son iki üç yıldır zımba ve fermuar detaylı modeller revaçta. Bu modellerin deri ceket ve montlarla, müthiş uyumunu artık siz hayal edin. Hani derler ya "ne giydiğin değil ne ile giydiğin önemli". En sevdiklerimden military modasının da bir tamamlayıcısı. Tabi daima en sadesinden alayım eğer mümkünse. Türk kadınlarının ortalama ayak numarası 38. Bu numaradan büyüklerin çok aşırı ısrar etmemesi gereken modeller. Elbette ne kadar genelde klasik modellerde takılsam da bu son yılın bot ile ayakkabı arasında kalan ve genelde topuklu ve platform tabanlı bootielerini çok beğendim. Bilekte bitiyor olması müthiş bir kullanım kolaylığı ve rahatlık sağlıyor. Kolayca giy, kolayca çıkar. Püsküllü olanları da bohem esintisini hayatımıza sokmakta. Hafif maskülen, sert modeller ancak bir o kadar da iddialı ve hoş.





Siyah renk tasarımlara ağırlık verilmiş olsa da, kahvenin tonları, lacivert, vizon ve bordo gibi alternatif renkler de sözkonusu. Camel rengi her dönem vazgeçilmezim, onun o aykırı ve sırıtan rengi benim için zamansızlığı çağrıştırıyor. Kullanım alanınıza göre deri veya süet olabilir. Taytın altında, kotlarla, kadifelerle, eteklerle, tek parça elbiselerin altında inanılmaz güzel duruyor. Sanki her kıyafetin altına uyum sağlıyor ve tamamlıyor. 


Marka seçiminde ortopedik yapısının rahatlığı, çabuk deforme olmaması benim birinci kıstasımdır ve feci takıntımdır. Zaten ilk giydiğimde belim bana doğru sinyali gönderir, rahat mı değil mi? Daha ilk yağmuru gördüğünde şekli bozulmamalı. O yüzden Divarase, Nine West, Elle, Aldo, Nursace kesinlikle yıllardır tek geçtiğim markalar. Kalbimin şampiyonu ise Nine West' dir. En topuklu modelini giy ve kilometrelerce yürü, ne bir rahatsızlık ne birşey hissetmezsiniz. İster püsküllü, ister kenarı kürklü, ister western model, ya da önden bağcıklı yok yok yani bu sene. Resimlerdeki en favori botumu söylemeyeceğim. Aceleyle bunları bayağı bir seçerek seçtim.









30 Ocak 2016 Cumartesi

SANAT MÜZİĞİ

Küçükken televizyonda tek tip kıyafet giymiş, yan yana sıralı, ellerini kavuşturmuş, asık suratlı insanlardan oluşan bir topluluğun seslendirdiği, türünün adı konusunda muhtelif fikirler olan işte yok Osmanlı müziği, saray müziği, Türk müziği adı her ne ise, izlediğimiz işte o müzik türü. Farkında olmadan şimdi anlıyorum, böyle bir müzik dünyada yoktur. Türk müziği dediğimiz şey Anadolu'dadır, Orta Asya'dadır, Türk sanat müziği diye bilinen şey Osmanlı musikisidir ve 18. ve 19.yüzyılda çıkıs noktası da saraydır, İstanbul'dur. Alaturkadır. Hem Türk, hem sanattır. Notalar hayatın tam ortasından fışkırır ve bunu bize haykırır. Her nağmede biraz daha demlenen bir dinleyici iseniz, sadece 'seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde' cümlesindeki derinliği, zerafeti ve naifliği daha iyi anlarsınız. Binlerce derin eseri bünyesinde barındıran, güzel, sakin, İstanbul gibi mahzun...Çok  insan anlayamaz belki eski musikimizden, ve ondan anlamayan da bir şey anlamaz zaten bizden.




"NORDWAND" VEYA "KUZEY YAMACI FİLMİ"


Soğuğun insana verebileceği en maksimum acıyı gördünüz mü? Beyaz ile uçurumun müthiş görsel birleşiminde, dağın ve soğuğun haşmetine şahit oldunuz mu? Alman yönetmen Philipp Stölzl'den muhteşem bir dram, tarih, spor, macera filmi. Tabiat severler, tarihe ilgi duyanlar, dağcılığa meraklı olanlar veya olmayanlar 1936 Almanya' sının Hitler yönetimi atmosferinde geçen İsviçre Alpleri'ndeki 'Eiger Dağı' nın henüz keşfedilmemiş, 'ölü taraf' denilen kuzey kısmına çıkabileceklerine inanan iki arkadaşın hikayesini çok samimi bulacaklardır. Görüntü yönetmeni çok ayrı bir tebriği hak ediyor o yüzden görsel açıdan çok üst seviyede olan filmi, bu görüntüleri herkesin keşfetmesini isterim. Türünün en iyi örneklerinden olan filmin atmosferi adeta bizi de dondururken, gerçekçi sahneleriyle girdap gibi adeta insanı içine çekiyor. 


2008 yılı Almanya, Avusturya, İsviçre ortak yapımı filmin oyuncuları Benno Fürmann, Johanna Wokalek, Ulrich Tukur, Florian Lukas.


Film gerçek bir hikayeden yola çıkmakta. İkinci Dünya Savaşı henüz çıkmamışken, köyde yaşayan iki gariban Alman dağcının zorlu ve fedakar macerası. Zirveye ulaşıp dünya yıldızı olmak varken zorda kalan diğer rakip ekipteki dağcılardan birini kurtarmak için zirveye çıkmaktan vazgeçecekler mi? Eğer başarırlarsa yalnızca özlemini duydukları toplumsal takdiri kazanmakla kalmayacaklar, Olimpiyat altın madalyasına da göz kırpacaklardır. Kuzey tarafının yamacındaki hazırlıkları sırasında Toni’nin sevdiği ilk kadın olan Luise’le karşılaşırlar ve hikaye böyle akar akar....

1930'ların dağcılığında kullanılan malzemeler, kıyafetler ve ip teknikleri hatta imkansızlıklar diyelim insanın içini burkuyor. Bu insanlar son derece cesur, dağcılığın gelişimine katkısı çok büyük insanlar. O yıllarda Alman-Avusturyalı dağcıların Alplerdeki ve Himalayalar' daki başarıları sıklıkla Nazi propogandası olarak kullanıldı. İsimleri kullanılan bir çok dağcı, sanıyorum dağcılık kültürünün de etkisiyle, nazi taraftarı olmadılar. Nazizmi eleştirmemekle, propagandaya alet olmakla suçlanabilirler tabi ama olsalardı dahi o dönemin şartlarını, üstlerindeki baskıyı düşünürsek çok da haksız sayılmazlar. Sonuçta bu adamlar fakir, o dönemde hayatta kalmaya çalışan sıradan insanlardı; dağlarda hiç de sıradan olmayan şeyler yapsalar da...


26 Ocak 2016 Salı

"ALLIK" DOSYASINI ARTIK BU YAZIYLA KAPATIYORUM


"Schindler' in Listesi"  filmini izleyenler bilir, esir kampındaki kadınlar yüzleri kireç gibi beyaz ve sağlıksız göründüğünden fırınlara atılıp yakılmamak için iğneyle parmaklarını delip, kanı yanaklarına sürdükleri sahneyi. Niye bu uç örneği seçtim, cevabı devamında satır aralarında. Allık nasıl sürülür, püf noktaları neler, hangi tonlar kime yakışır, doğru fırça seçimi nasıl olur?  Renk renk ve çeşitli tonlarda geniş bir yelpazeye yayılan allıklar, renkleri kadar sürülme teknikleriyle de önem kazanıyor. Allık hem yüzün geneline renk ve canlılık veren; hem de elmacık kemiklerini vurgulayarak, yüze, yerine göre daha ince ve karakterli bir ifade veren bir makyaj enstrümanıdır. Her yüz şekline göre bir allık sürme biçimi vardır. Allık sürmeyi seviyorsanız, cilt renginizi ve yüz tipinizi çok iyi tanımalısınız. Renkler, şeftali, pembe, terracotta, bronz, toprak, natürel, kahve ve bunların ara tonları olabilir.
Allığı sürme tekniğimizi belirleyen etken, yüz şeklimiz. Doğru renk tonlarında, uygun bir fırçayla ve en uygun teknikle tatbik edilmiş allıklar, yüzünüzde çok etkili bir sonuç yaratacaktır. Burada amaç illa renkli kozmetik kullanmış olmak değil de, daha sağlıklı görünen ve fresh bir ifade kazanmaktır. Zaten hiçbir şey yapamamışsak yüzümüze ya da vaktimiz olmamışsa bundan daha sihirli, etkili ve basit bir uygulama da yoktur.



Allığı sürerken gülümsememiz ve oluşan tepeciklere allığımızı uygulamamız söylense de, bu teknik daha çok kalp formlu ve şakakları belirgin ve küçük yüzlere yakışan bir uygulama. Eğer yüzümüz köşeli, yuvarlak ve geniş hatlara sahipse, allık fırçamızın, elmacık kemiklerinin biraz daha alt sınırından geçmesi gerekir. 
Yuvarlak yüz : Yanaklar ve genel olarak yüzün geniş olduğu bu tipte, fırçayı V çizecek şekilde uygulamalısınız. Bu şekilde yüzünüz daha uzun görünecektir.
Kare yüz : Kare çenenin etkisini yumuşatmak için, gözlerinizin merkezini bulun, elmacık kemiklerinizle nerede birleştiğine bakın ve allığı oraya uygulayın, daha sonra şakaklarınız yayın. Alın ve çenenize de yumuşak geçişler halinde az bir miktar allık uygulayın. Bu uygulama ile yüzünüzün kareliğini yumuşatmış olacaksınız.


Dikdörtgen yüz : Alın da en az çene çizgisi kadar geniştir. Elmacık kemiklerinize belirgin şekilde uygulayacağımız allığın, burun ucundan daha aşağı sınıra taşmamasına dikkat edelim.


Oval yüz : En ideal yüz tipidir. Alın, çeneye göre daha geniştir. Elmacık kemikleri daha belirgin ve çene yapısı yumuşak hatlıdır. Bu yüz tipinde allığınızı, en çok göze çarpan kısma yani elmacık kemiklerine ve şakaklara uygulayın. Böylece, elmacık kemiklerinizi daha da çok vurgulamış olacaksınız.


Üçgen yüz : Bu yüz tipinde geniş bir alın yapısı ve dar bir çene kontürü vardır. Elmacık kemikleri ise hayli belirgindir. Fırçayı elmacık kemiklerinizden şakaklara doğru V şeklinde uygulayın. Kaş altından yüzün merkezine doğru da az miktarda allık uygulayın.

Yağlı cilt yapısına sahip olanlar için en iyi allık türü toz allıklardır. Kuru cilt yapısına sahip olanlar için de en iyisi krem yapıda olanlardır. Normal ciltler ise her iki formdaki allıkları da tercih edebilirler.

CİLT TONUNA GÖRE DOĞRU ALLIK RENGİ

AÇIK TEN: Doğru miktarda uygulanma koşuluyla her renk allık açık tende kendini gösterebilir. Ancak bazı püf noktaları bilmekte fayda var. Açık tenliler için şeftali, açık-toz pembe ve açık mercan renkleri en güzel tonlardır.

BUĞDAY TEN: Yukarda bahsettiğimiz şeftali ve pembe renklerinin daha koyu tonları buğday renkli teninize kolayca uyum sağlayarak güzelliğinizi doğru bir şekilde ön plana çıkaracaktır. Buğday tenler bronzlaştığı zaman gül kurusu rengine yakın koyu pembeler ciltlerinde daha hoş durabilir.

ESMER TEN: Turuncu (bildiğimiz portakal turuncusu) ve toprak tonları esmer tene en yakışan ve en doğal görünüm katan tonlardır. Koyu kırmızı ve koyu leylak tonlar, terracotta adı ile geçen kırmızımsı kahve tonları da esmer tene sahip olanlar tarafından tercih edilebilir.

Temel Allık Fırçasında en ideali sürerken açılı kullanım açısından resimdeki gibi olanı. Yani ben bu modeli kullanıyorum. Gratis, Watsons, Rossman, Avon hatta büyük pazarlarda dahi çok kaliteli bu fırçalardan bulma imkanınız var. Ve mutlaka hani hep alışılagelen içten dışa değil, dıştan içe doğru uygulanmalıdır. Eğimli fırçamız ile allık doğal yayılacağı için makyajda da bir bütünlük sağlayacaktır.


23 Ocak 2016 Cumartesi

PAZAR SERAMONİSİ


Geçenlerde arkadaşımla pazara gittik, o kadar kendimizden geçmişiz ki, eve geldiğimde dikkat dağınıklığından duyamadığım telefonumda on sekiz cevapsız arama vardı. Panikle baktım tabi, bir de ne göreyim birlikte gittiğim arkadaşım aramış. Orada geçirdiğimiz zaman içerisinde kaç kere birbirimizi kaybettik, tekrar bulduk ve ayrıştık sayısı belli değil. Giderken halimizi görseniz sanki çocuğuz da lunaparka gidiyoruz. İnsan bu kadar transa geçer mi, bu kadar odaklanır mı? Kendisi Fransa vatandaşı yani orada malumunuz üzere her türlü kıyafete, kozmetiğe doymuş biri. Ancak kendini alamıyor ben de onu alamıyorum. İstanbul demek aslında biraz da "sosyete pazarları" diye tabir edilen alışveriş kültürü. Böyle bir zenginlik ve bolluk, dünya markalarını dahi bir arada bulabileceğiniz bir marketing yok. Herhalde burada benden, aman gidin çok ucuz, çok cazip, orada şunlar, bunlar var falan gibi klasik ve materyalist yorumlar beklemiyorsunuz.

Mesele illa birşeyler almak değil. Ben o dokuyu ve coşkuyu çok seviyorum. Diyelim çok ünlü bir markanın ürününe tezgahta bakıyorum ve satıcıya teyit amaçlı soruyorum. Etiket meraklısı olmasam da etiketine bakmadan da, herhangi bir markayı da hiç almam. İyi niyetli Anadolu insanının "tabi abla Gu..i o" diye bir de kendinden emin cevabı vardır ki beni benden alır, aman derim bak bak ne bilinçli nasıl da biliyor. Buralar çok fazla insanın bir arada olduğu ortamlar ve çok fazla gözlem yapma fırsatı sunulan başka bir kozmoz.

İşte benim en çok sevdiğim kısmına gelelim. En son trendlerin ne olduğunu, insanların hangi ürünlere rağbet ettiğini, yenilikleri canlı izliyorsunuz. Kısa diyaloglarım vardır buralarda, mesela Güzel Sanatlar Mezunu bir hanımefendi aldığı kumaş ve aksesuarı nasıl değerlendirdiğini, iyi dikiş bilen biri tezgahtan aldığı düz bir elbiseyi nasıl farklı bir işleve dönüştürdüğünü anlatır. O direkt anlatmaz da ben anlatmasını sağlarım. Konuya sanatsal bir bakış açısı getirir. Benim için de önemli olan budur. Hep bir hamle önde, yani alışılmış değil de, standardın bir tık dışında olmak. Yoksa onu oradan al giy kullan her insanın pekala yapabileceği birşeydir. Eee bu beni keser mi peki? Tabiki de hayır. Ben farklılığın peşindeyim. Bulabildim mi henüz? HAYIR. Yıllardır bıkmadan arıyorum. Renkler, sesler, dokular, hareket, sinerji, canlılık, giysiler, takılar, kumaşlar, aksesuarlar, materyaller....İstemesem de hafıza herşeyi kaydediyor, fotoğraflıyor. İnsan hafızası detaylı karmaşık görsel bilgilere kadar herşeyi akılda tutabiliyormuş. Tutmak istemesem de ne fayda, beynimdeki nöron sayısı görsel estetik unsurlara karşı cin gibi. Ne var ne yok kaydediyor ve bazen bu beni çok yoruyor, hatta kafa karışıklığı bile yaratıyor. O zaman da bir süre kendimi mevzuya karşı soyutluyor ve kitliyorum.


21 Ocak 2016 Perşembe

EN EXTREME SPORLARDAN "WINGSUIT FLYING"


Gözlerinizi kapatın, ellerinizi ve kollarınızı açarak kendinizi en yüksek konumlu bir noktadan boşluğa bırakın. Hayali bile inanılmaz! Wingsuit flying, bacakların arasında ve kolların altında hava geçirgenliği en az olan kumaştan yapılan kıyafetle, hafif yarasa adam görünümünde bir spor. Yarış veya federasyonu yok, henüz hobi olarak yapılan bir uğraş. İlk gördüğümde çok heyecanlandım, inanılmaz geldi, çünkü uçuyorsun ve bağlı olduğun hiçbir şey yok. Bizler böyle bir uçmayı rüyalarımızda görürüz en fazla. Hayatı bir tarafa bıraktırabilecek kadar keyifli olsa gerek. Hezarfen Ahmet Çelebi bir yerlerden bakıyor mudur diye de düşünmeden edemedim.


İnişte paraşütü açana kadar serbest düşüş değil, serbest uçuş yaşama şansımızın olması en güzel tarafı. Yatay uçuş halinde hız saatte 200 kilometreyi bulabilmekte. Bedenen de çok sağlam olunması gerekli. Salgılatacağı adrenalinle gelmişi geçmişi unutturacak kadar özgürleştirici ultra - extreme spor veya spordan öte birşey. Biz şimdilik seyrederek mutlu olmaya çalışalım. Kan damarlarını daha da bir genişletmek isteyenler yapabilir. Yapabilmek için serbest düşüş eğitimi almak ve profesyonel paraşütçü olma zorunluluğu var. Dünyada yeni başlayanlar uçaktan atlayarak, daha profesyoneller ise dağlar ve dik yamaçlarda bu sporu gerçekleştirir. Videoyu izlemezseniz anlatılanlar yarım kalır o keyfi anlayamazsınız. Uzun uzun alınan eğitimleri, hazırlıkları, giysileri ve herbir atlayıştaki maliyeti alt alta koyduğumuzda bayağı pahalı bir uğraş. En iyi kurslar Rusya ve Hollanda' da imiş. Şimdilik gözlerimi kapattım ve uçuyorum. Kuş gibi hafifim, rüzgarın sesi kulaklarımda ve burnumda tabiatın kokusu.


20 Ocak 2016 Çarşamba

ÇOCUKLUĞUMUZUN KIŞLARI


Çocukluğunuz yokuşu, bayırı bol ve yılın uzun bir döneminde kışın etkili olduğu bir kasabada geçmişse çok fazla oyun seçeneğiniz ve de çok fazla oyun arkadaşınız olur. Bizler karlı kış günlerinde kar topunu ve kardan adamı aşmış bir kuşağız. Bizim için kızak kaymak, hatta "balıklama" diye tabir edilen kayma şeklimiz candı. Hatta kasalar, muşamba parçası veya fırın tepsilerinde de kaymayı denemişliğimiz olmuştur. Pancar gibi kızarmış burnumuzu devamlı çekerek kayarken rüzgar yüzümüzü yalar, suratımız hafif pembemsi kızarırdı. En korkulan an annemizin bizi camdan veya balkondan seslenerek eve çağırdığı andı. Of ya halbuki bu oyunlar hiç bitmesin, kesintiye uğramasın isterdik. Birkaç cılız itirazdan sonra boynumuzu bükerek mecbur teslim olurduk soğuktan neredeyse tüm hareket kabiliyetini yitirmiş küçük cılız bedenimizle. Saçaklarında buzdan sarkıtların olduğu evlerimizin bodrum katından çıkarılan tahta kızaklarda kulak donduran soğuğa inat yokuşun ta en başından gözlerden yaş getirecek hızla kayar, ıslanır, sırılsıklam olurduk. Eve gelir, ısınır, üstümüzdekiler sobanın etrafında tekrar giyilmek üzere kurutulurdu. Halbuki oynarken ne üşüdüğümüzün ne de acıktığımızın farkındaydık. Korkmak yoktu, kirlenmek yoktu.


Asıl eğlence akşamları başlardı çünkü mahallenin bütün teyzeleri, ablaları ahşap merdivenle çıkardı yokuşun başına. Bir merdivene en az beş, altı kişi binilir ve çığlıklar, kahkahalar eşliğinde ve genelde de yokuşun ortasında merdivenden düşülür, kucak kucağa yerlerde yuvarlanılırdı. Her başarısız deneme ekibi daha bir hırslandırır, aynı ritüel defalarca tekrarlanırdı.


Birde o koca koca karizmatik abiler ve amcaların akşamları, kızağın ipiyle yokuş yukarı tırmanıp, sonra çocuklar gibi eğlenerek bayır aşağı kayarken yüzlerindeki çocuksu ifade hiç gözümün önünden gitmedi. Normalde yere düşmek, ayağının kayması, yerlerde yuvarlanmak hayatın normal akışı içerisinde ayıp ve çok sık tekrarlanmayan birşeyken, kar bütün bu çekingenliğimizi atardı üzerimizden. Yani sonuçta yediden yetmişe herkes yerlerdeydi. Nedense jilet gibi keskinleşmiş zeminde ayağı kayan biri olduğunda da pek bir gülerdik sanki biraz sonra kendi başımıza gelmeyecekmiş gibi.


Kömür sobaları üzerinde kestane pişirilir, külde patates közlenir, mısır patlatılırdı. Sofrada çoğu akşam mutlaka "tuzlama balık" yani lakerda olurdu. Daha evin kapısından girmeden kokusuyla mutluluk sarhoşu olduğumuz puf böreklerinin kokusunu hiç unutamadım. İki üç tane büyük kış geçirdiğim çocukluğumun tadı damağımda kalan anıları canlanır böyle, her kar yağma mevsiminde.




13 Ocak 2016 Çarşamba

ALKOLÜN YARARLARI


- "Günlük hayatın sıkıntısından biraz silkeler insanı, herşeyin aynı olmasından. Kişiyi bedenin ve aklın dışına çıkarıp duvara yapıştırır. Sanırım içmek, ertesi sabah tekrar hayata dönülebilen ve her gün tekrarlanabilen bir intihar şeklidir".
- "Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık mahçup biriyim. Oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır."            
                                                                                                                         Charles Bukowski

Herşeyi unutturur, çevreyi takmazsın ve sonsuza kadar mutlu olacakmışsın gibi gelir. İtirafları kolaylaştırır, keyif verir, yatıştırır. Dozunda alındığında, canlılık verir, insanı iyimser, neşeli ve konuşkan yapar. Kişiler arası ilişkileri kolaylaştırır, çekingenligi giderir, kendine güveni artırır. Sıkıntıları unutturur, gerginliği ortadan kaldırır. Kan yapar, kafa yapar, öksürüğe iyi gelir, ısıtır, damar ve nefes açar, yok efendim böbrek taşı düşüttürür. Bak sen, daha neler. Mış, muş..


Hiç içmemiş ve kokusundan, tadından nefret eden biri olarak derim ki "içmeyiniz". Evde her tür kadeh takımları vardır da hala hangisi neye kullanılır tam bilmem. Beyin lobum bu bilgiye kapatmış kendini, ne yapayım. Zararlarını saymaya parağraflar yetmez. Mutluluğu ve keyfi hayatın farklı açılımlarında arayınız. Beyin hücrelerim benim çok değerli, ölünce yerine yenisi gelmiyor biliyorsunuz. Bedenimiz ve aklımız bize tabiatın bir armağanı ve de bir emanet. İnancım gereği mi? Öncelikle kendime ve çevreme verdiğim değer ve saygı gereği bu böyle. Yok ben az içiyorum, yok sosyal içiciyim. Geçiniz bunları. Bu kendini kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu işler hep bu illüzyonla  başlar. Elbette kendini sınırlayabilenlere sözüm olmaz.

Hele kadınları bu konuda hiç anlayamamışımdır. İyi cesaret. Sen kendini yavaş yavaş bitiriyorsun, bağışıklık ve sinir sistemini çökertiyorsun. Asıl gerçek geri dönüşlerle yaşın ilerledikçe daha iyi yüzleşeceksin ve artık ne yapsan da geri dönüşü olmayan bir yola girmişsindir. Sonucu hiç de iyi olmayan, çok karanlık ve dar bir tüneldir bu. Cilt analizlerinde iyice öğrendim, kadın veya erkek içenle içmeyen çok bariz metrelerce uzaktan dahi anlaşılabiliyor. En olmadı gözlerin seni ele veriyor. Anlamadığım bu kadar mı, iradene sahip olamıyorsun? Bence bu basit konuda bile zayıfsan hiçbir şeyine de sahip değilsin. Söylediklerin de inandırıcı değil, sana saygı duymamı, seni dinlememi veya ciddiye almamı bekleme benden. Ha kızabilirsin, hatta sayfamdan hemen uzaklaşabilirsin. Ben hayatın realitesindeyim, duygusallığında veya postmodernliğinde değil. Arabesk, sadece öyle dinle ve geç şarkılardan ibarettir bende. Çok sevdiğim Müslüm abimdir. Modern olduğunu iddia edip, acıma ve acındırma tavırları içeren, masa başında dünyaları kurtaran arabesk tavırlar veya söylemler hele hiç değildir. Bu dünyada, ne acılar yaşayan insanlar var, dön bir bak, biraz empati yap. Bir coğrafyada evini terketmek zorunda kalanlar, hergün bomba, silah sesleriyle yaşamak zorunda kalanlar, bir diğerinde hergün açlık sınırında yaşayanlar...



Aman ya da ne istiyorsan onu yap, herkes kendinden sorumlu nasılsa. Sen kendini kendinde tüketmeye devam et. Bence hiç sakıncası yok. Başına gelenlerde benden bir merhamet veya acıma hissi bekleme. Sakın anlatma, dertlenme ve de sızlanma. Bunları dinlemeye vaktim bile yok. Çok katıyım bu konuda. Derler ya "mezardan babam çıksa" bile bu böyledir. Arkadaşım veya akrabam hiç farketmez. Allahın işine karışılmaz tabi ki ancak ileride olacak olanlar için "oh çok iyi olmuş, pek de güzel olmuş" diyeceğim ve arkamı dönüp yoluma devam edeceğim.





6 Ocak 2016 Çarşamba

KİLO VERMEK ÜZERİNE


Şimdi zannediyorsunuz ki, şunu yemeyelim, bunu yapalım diyeceğim. Hiç de yapamam. Herkesin diyet uzmanı olduğu bir toplumda bana söz düşmez. Ben de son bir yılda epey kilo vermiş biriyim. Hiçbir şey yapmadım sadece yediklerimi azalttım. Âhkam kesemem tabi ancak minik doneleri verebilirim. Ben işin teknik değil psikolojik boyutundayım. Yani şu ; konuyu bazen çok umursayıp bazen de hiç umursamadığımın özetidir bu.

Bizim toplumun bir huyu var. Arkadaşını, tanıdığını görüyorsun, daha yeni karşılaşmışsın ilk sözü "kilo almışsın" veya tersi "kilo vermişsin". İkisini de duymaktan hoşlanmıyorum. Yani nedir bu takıntı kardeşim. Ana sütü gibi helal kendi ekmeğimi yiyiyorum. Oh afiyet olsun kendime. Dünya kadar önemli mevzuların arasında herşeyi boşvermişiz, bir bu konuya takıntılıyız. Çok sağlıklı bir toplumuz ya. O yüzden zaten sokağa çıktığımızda çoğu kadın ve erkekler maşallah filinta gibi. Kiloyu alan biri biliyor zaten kendini, bir de senin hatırlatmana gerek yok ki. Belki bir sıkıntısı var, belki bir ilaç kullanmak zorunda, gitmeyin bu kadar üzerine. Ayrıca herkesin genetik kodları o kadar da şanslı değil. Aldığında durmadan hatırlatanlar verdiğinde hiç konuyu açmıyorlar nedense. 

Çoğunluğun günde üç dört ilacı hüplettiği, her iki kişiden birinin anti depresan ilaçları kullandığı güzel ülkemin herşeyi bir kenara bırakıp sırf bu meseleye odaklanması da ayrı bir doktora tezi konusu olmalıdır zannımca. Ah zavallı SSK sen batmalısın, oluk oluk ilacın tüketildiği toplumumuzda, bu senin makus kaderindir. Tanıdığını görüpte, 'nereye' diye sorduğunda 'doktora ilaç yazdırmaya' cevabını hepimiz çok duymuşuzdur. Böyle birşey dünyada nerede var allah aşkına. Üstelik devamlı ilaç kullanıyorsun da hastalığın geçiyor mu? Hayır! İlaç da bir nevi kimyasal değil mi? Bir yeri onarırken diğer yerleri harap etmiyor mu? Hatta bazılarında uyuşturucu içerikler mevcut. Yapacak birşey yok tabi, hastalık gelmiş bir kere. Yani asıl kafa yorulması gereken mevzu budur. Niçin bu kadar şeker, tansiyon, kanser, obezite, astım gibi rahatsızlıklar korkunç bir hızla artıyor? Ergenliğe girme yaşı çok düştü. Bebekler daha doğarken astım, alerji hastası. Birileri bizim genetik kodlarımızı darma duman etti sanki. Bunu hiç düşündünüz mü? Toplumun içine bir virüs girdi sanki ve durumu toparlayamıyoruz. Dünyada tıp fakültelerinde okutulan 'besin destekleri' bizde okutulmuyor. Öncelikle bunlar hayat boyu kullanılmalı ki hastalıkların önü kesilsin, yani ilaç son çare olmalıdır. Diyetisyenlerin, dahiliye doktorundan daha çok önemsenip itibar gördüğü ülkeyiz biz.


Aman hele biz kadınlar arasında ne büyük bir kıskançlık konusudur. Bunu bana devamlı hatırlatanlar bayağı bir "gürbüzler" şu an. Ne eğlenceli. Bu fikri kafama zorla onlar soktu, benim bir suçum yok yani, masumum. Keyifli zamanlarımdayım şükür, sağlık iksirli limonlu-su kadehimi onlara kaldırıyorum. Sadece son üç kilom kaldı. Epeydir buralarda oyalanıyorum ancak altını çiziyorum istediğim için böyle. Malum borsa endeksi gibi destekler ve dirençler var, son desteğimde epeydir tutunuyorum, bir gayretle onu da hızlıca aşağı kıracağım elbet. Hem çok zayıf ve hem kilolu olma halini de yaşamış biri olarak konunun öneminin farkındayım tabi. Siz nasıl ve ne şekilde mutluysanız öyle olun. Kim yazmış bu kuralları, kanun mu yani? Ancak çok hareketli olmak ve yürüyüşü hiçbir dönemde aksatmamak, asansör kullanmamak çok güzel. Bu da insanı çok zinde tutan bir alışkanlık.


Aynı yaşta, boyda ve benzer kilolarda olduğum komşum var. Devamlı birbirimizi motive ediyoruz. Bazen ben onu geçiyorum kilo vermede bazen o beni. Değil kıskanmak hep destek, hep moral. O verdikçe ben motive oluyorum. Onu gördükçe kendime daha çok inanıyorum. Demek ki oluyormuş diyorum. Aynı şeyi o da benim için söylüyor. Şimdi bana fark attı, üç kilo, ne güzel, onun azmiyle gurur duyuyorum ve örnek alıyorum. Çalışan başarır. Yani konuya ben böyle bakıyorum. Eğleniyorum. Siz de böyle bakın.


4 Ocak 2016 Pazartesi

ALMANYA GÜNEŞ ÜRETTİ

 

Bu, insanlığın belki de ateşi kontrol etmeyi öğrenmesi kadar önemli bir gelişme. Bizde, mühendisliğin sınırları inşaatta, betonda, bilimin sınırları da Tübitak'ın ödüllü "okunmuş fasulye"si minvalinde olduğu sürece bilim konusunda karamsarım. Bu proje bu zihniyete bir tokat gibi. Kim istemez ki "oğlunuz ne iş yapıyor" diye sorulduğunda," güneş yapıyor" diyebilmeyi. Bu bir latife tabi. Biz füzyon teknolojisi üstüne çalışan konsorsiyumlara üye bile değiliz. Aralık ayında okudum haberi, heyecanlandım, üstüne bayağı konuştuk: Almanya güneş üretiyor diye. Avrupa nükleeri bırakıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarının peşinde. Yani yenilenebilir enerji gücünü, güneş, rüzgar, dalga, biyokütle, jeotermal, hidrolik, hidrojenden alan ve hiç bitmeyecekmiş gibi düşünülen ve çevreye emisyon yaymayan enerji çeşidi.


9 yıldır üzerinde çalışılan ve 1 milyar euroya malolan "Stellaratör" adını verdikleri proje ile deney ortamında kısa süreliğine süper ısıtılmış helyum plazması elde etmişler. İnsanlık için muazzam bir zeka, çok mu çok çılgın bir gelişmedir. Dünya yeniden şekillenebilir, dengeler değişebilir. Elbette daha çok katedilecek yollar vardır. Sınırsız ve temiz bir enerji burada sözkonusu olan. Almanya demek mühendislik bilimi demek. Şimdi deneyi Ocak ayında hidrojenle yapacaklarmış. Bu plazma reaktörünün adı "Wendelstein 7 - x". Otuz metreküplük plazma hacmine sahip. Bu füzyon reaktörünün yapımında 425 ton materyal kullanılmış, 400 milyon euroya mal olmuş. Amaç 1 gram hidrojenden 10 milyon gram kömürün ortaya çıkardığı enerjiyi elde etmek. İnanılır gibi değil. Heyecanlanmamak dünyaya sırtını dönmektir. Amaç güneş üretmek değil, güneşin çekirdeğindeki süreçlerin incelenip bir nevi taklit edilmesi. Daha basit bir anlatımla, evrendeki çekirdek kuvvetini kullanarak bu kuvvetin neden olduğu ve güneşte her an meydana gelen hidrojen atomlarının yüksek sıcaklıkta tepkimeye girip, birleşerek helyum atomuna dönüşmesi işlemidir. Güneşte bu füzyon her zaman olur ve bu reaksiyon sonucu enerji ortaya çıkar.


Keşke bizde de böyle 10 yıllık, 20 yıllık uzun vadeli projeler olsa. Orada Araştırma ve Geliştirme faaliyetlerine gittikçe daha çok önem veriliyor ve bunun üçte ikisini Alman firmaları karşılıyor. Ayrıca sadece Alman firmaları araştırma yapmıyor, bilimsel araştırma yapan her dört firmadan biri yurtdışındaki başka bir firma tarafından finanse ediliyor. Bunun için yüksekokul, enstitü ve üniversitelerle işbirliği yapılıyor. Dünyanın en büyük nükleer reaktöründen bahsediyoruz. Olası bir kaza halinde etkileri Çernobil ile kıyaslanamayacak kadar büyük olacaktır.

Aslında nükleer kaynaşma zaten mümkündü, sorun tokamakların ( plazmanın kapalı manyetik alan bölgesi içinde hapsedilmeye çalışıldığı bir tür plazma tutucu sistemin, adı ) plazmayı enerji üretecek kadar uzun süre tutamamasıydı. Stellaratör denilen teknoloji, plazmayı çember duvarlarından daha uzun süre uzak tutabilme potansiyeline sahip. Dolayısıyla, sistemden plazmayı oluşturmak için harcadığınız enerjiden daha fazlasını almak ilk defa mümkün olabilecek.


Siyasi veya ekonomik yönden etkileri ne olabilir? Ortadoğu coğrafyası ve namı değer dolarları, petrolleri önemini kaybedince, arap kralları ve prensleri bu yeni duruma ayak uydurabilecek mi? Aynı siyasi güçlerini, rejimlerini muhafaza edebilecekler mi? O zaman hala bu topraklarda söz sahibi olmaya çalışmak ne kadar anlamlı? Bekleyip görücez.