20 Ocak 2016 Çarşamba

ÇOCUKLUĞUMUZUN KIŞLARI


Çocukluğunuz yokuşu, bayırı bol ve yılın uzun bir döneminde kışın etkili olduğu bir kasabada geçmişse çok fazla oyun seçeneğiniz ve de çok fazla oyun arkadaşınız olur. Bizler karlı kış günlerinde kar topunu ve kardan adamı aşmış bir kuşağız. Bizim için kızak kaymak, hatta "balıklama" diye tabir edilen kayma şeklimiz candı. Hatta kasalar, muşamba parçası veya fırın tepsilerinde de kaymayı denemişliğimiz olmuştur. Pancar gibi kızarmış burnumuzu devamlı çekerek kayarken rüzgar yüzümüzü yalar, suratımız hafif pembemsi kızarırdı. En korkulan an annemizin bizi camdan veya balkondan seslenerek eve çağırdığı andı. Of ya halbuki bu oyunlar hiç bitmesin, kesintiye uğramasın isterdik. Birkaç cılız itirazdan sonra boynumuzu bükerek mecbur teslim olurduk soğuktan neredeyse tüm hareket kabiliyetini yitirmiş küçük cılız bedenimizle. Saçaklarında buzdan sarkıtların olduğu evlerimizin bodrum katından çıkarılan tahta kızaklarda kulak donduran soğuğa inat yokuşun ta en başından gözlerden yaş getirecek hızla kayar, ıslanır, sırılsıklam olurduk. Eve gelir, ısınır, üstümüzdekiler sobanın etrafında tekrar giyilmek üzere kurutulurdu. Halbuki oynarken ne üşüdüğümüzün ne de acıktığımızın farkındaydık. Korkmak yoktu, kirlenmek yoktu.


Asıl eğlence akşamları başlardı çünkü mahallenin bütün teyzeleri, ablaları ahşap merdivenle çıkardı yokuşun başına. Bir merdivene en az beş, altı kişi binilir ve çığlıklar, kahkahalar eşliğinde ve genelde de yokuşun ortasında merdivenden düşülür, kucak kucağa yerlerde yuvarlanılırdı. Her başarısız deneme ekibi daha bir hırslandırır, aynı ritüel defalarca tekrarlanırdı.


Birde o koca koca karizmatik abiler ve amcaların akşamları, kızağın ipiyle yokuş yukarı tırmanıp, sonra çocuklar gibi eğlenerek bayır aşağı kayarken yüzlerindeki çocuksu ifade hiç gözümün önünden gitmedi. Normalde yere düşmek, ayağının kayması, yerlerde yuvarlanmak hayatın normal akışı içerisinde ayıp ve çok sık tekrarlanmayan birşeyken, kar bütün bu çekingenliğimizi atardı üzerimizden. Yani sonuçta yediden yetmişe herkes yerlerdeydi. Nedense jilet gibi keskinleşmiş zeminde ayağı kayan biri olduğunda da pek bir gülerdik sanki biraz sonra kendi başımıza gelmeyecekmiş gibi.


Kömür sobaları üzerinde kestane pişirilir, külde patates közlenir, mısır patlatılırdı. Sofrada çoğu akşam mutlaka "tuzlama balık" yani lakerda olurdu. Daha evin kapısından girmeden kokusuyla mutluluk sarhoşu olduğumuz puf böreklerinin kokusunu hiç unutamadım. İki üç tane büyük kış geçirdiğim çocukluğumun tadı damağımda kalan anıları canlanır böyle, her kar yağma mevsiminde.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder